Hayatın Kaynağı

Hayatın kaynağı kişiden kişiye değişir.Kimine göre kendisi, kimine göre ailesi, kimine göre inançlarıdır yaşamın kaynağı...Kimi sadece kendini düşünür ve buna uygun yaşar, kimi de paylaşmak ve katkı sağlamayı amaç edinir yaşarken...Kimileri,  kendisi dışındakilere belki de hiçbir katkı sağlamadan sıradan bir yaşam sürüp dünyadan göçüp giderken, kimisi ise Yüce ATATÜRK gibi sadece kendisini geliştirip değiştirmekle kalmaz, bir ülkenin kaderini değiştirir, yoktan vareder ve hatta yaşadığı yüzyıla damgasını vurur gider arkasında  bağımsız bir ulus ve Cumhuriyet bırakarak...

Ayn RAND "The Fountainhead/Hayatın Kaynağı” adlı kitabında objectivizm adına bencilliği savunmaktadır...Kitabın kahramanı Howard Roark, kendi idealleri uğruna yaşamayı amaç edinen, egoist, soğuk ve içine kapalı, gözüpek kişiliğiyle yaşama meydan okuyan, mimarlık mesleğini de buna uygun yerine getirmeye çalışan, modern proje tarzını savunan, hoşuna gitmeyen projeleri kesinlikle reddeden ancak buarada paylaşımcı, hayırsever, muhafazakar, bencilikten uzak olan kötü niyetli kişiler!? tarafından sürekli haksızlığa uğrayan ve mağdur duruma düşen ama sonunda tarzından, düşünce sisteminden taviz vermediği için kazanan  genç bir mimardır...Kitabın bir yerinde projesini kendisinin çizdiği bina hoşuna gitmeyince dinamitle yerle bir eden H.ROARK mahkemedeki savunmasında özetle; yüzyılların insanlık öğretilerine meydan okurken egoizmin hayırseverliğe üstün geldiğini vurgulamış, insanlığın karşısında sadizm süregeldiği için mazoşizmi benimsemek zorunda kaldığını ifade etmiştir.H.Roark, iyilik ve kötülük olarak kendisine sırasıyla bencillik ve hayırseverlik sunulduğunu anlatmaya çalışmış, bencilliğin anlamının başkalarını kendisi için feda etmek, hayırseverliğin ise kendini başkaları için feda etmek anlamına geldiğini!? ifade etmiştir. Bu durumda insan her iki halde de diğer insanlara bağlanmış, kendisine iki acıdan birini çekmesi söylenmiştir. Ya başkalarının uğruna kendisi acı çekecektir, ya da kendisi uğruna başkalarına acı çektirecektir.Ya bağımlı olacaktır,ya da kendisi.. Ona göre ikisinin ortası yoktur, siyah yada beyaz;yani bencillik iyilik, ahlaki değerler ve hayırseverlik ise kötülükle özdeştir. Sonunda insanoğlunun kendi acılarından zevk almasına zorlandığı  sonucuna ulaşmıştır.Dolayısıyla İnsan artık mazoşizmi kendi ideali olarak kabul etmek zorunda kalmıştır ki bunun karşısında ancak sadizm vardır. Kitabın özünde taşıdığı mesaj; ” İyi bir mimar olmak için demokratlığa gerek yok. Mazoşist olmamak için sadist olmak durumundayız. İyi insan olmak için ise demokratlığa, katkı sağlamaya, paylaşmaya değil bencil olmaya ihtiyacımız var..” şeklinde ifade edilebilir...
Bence demokrat,hayırsever,paylaşan kısacası ahlaki değerlere sahip bireyler olarak da işimizi iyi yapmamız, sanat icra etmemiz mümkün. Hatta bilgi ve birikimlerimizi birleştirerek, sinerji yaratarak daha iyilerini yapabiliriz ki boşuna dememişler;”bir elin nesi var iki elin sesi var” diye..Sonuç olarak Howard Roark’ın   demokrat olmadığı derecede bencil ve hatta mütecaviz olduğunu ve de en önemli yanılgısının iyi-kötü, doğru-yanlış kavramlarını sırasıyla bencillik-paylaşımcılık değerleriyle özdeşleştirmesinde saklı olduğunu dolayısıyla aşırı uçlarda bir kavram kargaşası yaşadığını yada savını kuvvetlendirmek için bu kargaşayı özellikle yarattığını düşünüyorum..Belki bir masal kahramanı olabilir ama iyi bir mimar olmak adına örnek gösterilebilir mi, tartışılır...
Görüldüğü üzere kitabın yazarının öncülüğünü yaptığı objectivizmin görüşlerini açıkça ortaya koyan bu kitapta yazılanlar, yaşamımızla ilgili olarak önem verdiğimiz değerlerin de sorgulanmasına, yeniden değerlendirilmesine katkı sağlamaktadır..Ancak , bencilliğin iyi, hayırseverliğin ise kötü olduğunu  ifade eden bir anlayış bana göre sağlıklı değildir.Salt başkaları için yaşamamak adına başkalarına karşı iyi davranmayı,  yardımseverliği, hayırseverliği, ahlaki değerleri, insanlığa katkı sağlamayı kötülük olarak göstermek, mazoşist olmamak için sadist olmayı tercih etmek, bir nevi insanlığa karşı kötü/saldırgan davranmayı teşvik etmek ne derece iyilik,doğruluk yanlısıdır tartışılır..Tabiki yaşamımızda vereceğimiz kararların alınmasında, kendi kaderimizi tayin ederken tamamen başkalarının etkisinde kalmamız doğru değil ancak bu, kendi dışımızdakileri hiçe sayarak umursamadan yaşamımızı idame ettirmemiz, salt kendi menfaatlerimiz için yaşamamız anlamına gelmemelidir...Orta yol mutlaka vardır o da egoist bir birey yerine kendi çıkarlarına olduğu kadar başkalarının çıkarlarına ve toplumsal faydalara da duyarlı, paylaşımcı bir toplum içinde yerimizi almamızdır.Kişisel gelişim çizgisinin artarak devam ettirilmesi suretiyle, önce kendimizi geliştirmek, bilgilenip aydınlanmak, ardından kendi dışımızdakilere, topluma katkı sağlamak, aydınlatmak asli amacımız olmalıdır diye düşünüyorum...

Yaşamda sırf başkalarının hoşuna gidecek diye kendi hoşuna  gitmeyen şeyleri yapması, başkalarına karşı “çok iyi” olması tabiki insanın doğasına aykırıdır ancak bunu zıt kutupların bir tarafı olarak kabul ederek, hayatı sadece ve sadece kendi menfaatleri için ahlaki değerlerden yoksun yaşaması, her konuda egoist davranması insana ne kadar huzur verir ki? Belki de en kötüsü kendi menfaatlerimize uygun olan davranış modelleri  eğer ki ilişkide olduğumuz insanların acı çekmesine neden oluyorsa(büyük ihtimalle olacaktır) bu negatif enerji, kendi içimizde olduğu kadar  toplum içerisinde husumet, düşmanlık yaratmaz mı? Bu yaşam felsefesinin yaygınlaşması sonuçta, duygusuz, manevi değerlerden yoksun, başkalarını kullanmaya çalışan egoist bireylerden oluşan bir toplumun doğmasına yol açacaktır...Aslında günümüz Türkiyesindeki sosyolojik değişim malesef bu yöndedir.Kapı komşusunun evine hırsız girmesine duyarsız kalan, yolda ölmek üzere yatan bir insana yardım etmeyi başına bela almak olarak algılayan, fatura kuyruğunda beklerken  açıkgözlük yapıp ön sıralara geçmeyi marifet sayan, trafikte emniyet şeridini işgal ederek belki de ambulansla hastaneye yetiştirilmesi gereken bir hastanın yaşamına mal olacak pratik zekasıyla  övünen, acı olayları TV’den hayıflanarak izlerken günlük yaşamda kendisinden beklenen duyarlılığı göstermeyen, dostluğa inanmayan, aşk yaşamayı sadece cinsellik düzeyinde algılayan, biraz daha fazla kazanmak için her yolun mübah olduğunu düşünen, insan onurunu önemsemeyen, aynı sürede haftada enaz bir kitap okuyabileceği yerde, programına katılanları, telefonla yayına bağlananları aşağılayarak, şov yapanların programlarını yada seviyesizliğin dizboyu olduğu paparazi programlarını büyük zevkle izleyen çevreye saygısız, insanlara/topluma karşı duyarsız,seyirci zihniyetli ve  belki de en acısı çocuklarını da bu şekilde yetiştiren bireylerden oluşan bir toplum haline gelmedik mi?...Neyazık ki evet.Sosyo-ekonomik nedenleri bir tarafa toplumsal dayanışmanın zayıfladığı, “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” düşüncesinin hakim olduğu bir toplum olarak  “ Biz aldıklarımızla yaşamımızı idame ettiririz, fakat verdiklerimizle bir yaşam yaratırız” diyen N.Mac Ewan’a kesinlikle katılmıyoruz...
Yaşanılan güzelliklerin paylaşmaktan geçtiğini, sevinçlerin, sevginin, coşkunun,bilginin paylaşarak çoğaldığını, acıların, üzüntülerin ise paylaşarak hafiflediğini insanoğlu tarih boyunca sayısız deneyimlerle öğrenmiştir..."Paylaşmanın asaletini hiçbir zaman bencilliğin çirkinliğine tercih etme ve öyle bir dost seçki sen O'nun için ölmeyi düşünürken, O senden önce ölmüş olsun!" sözü nekadar güzel ifade etmiş paylaşmayı. Gerçekten de paylaşmak asalettir..
Paylaşım ve dayanışmanın kutsallığı ilgili  çarpıcı bir öyküyü(*) sizlerle paylaşmak istiyorum....

Ölüp cehenneme giden bir adam hakkındadır bu öykü. Şeytan bu adamı nefis yemek kokuları gelen bir odaya götürür. Odanın ortasında büyük bir tencere ve çevresinde oturan insanlar vardır. Bu çok zayıf, bir deri bir kemik kalmış insanlar acıyla inlemektedir.Cehenneme yeni gelen bu adam tencerenin çevresindeki insanların ellerinde kepçeye benzer, uzun saplı kaşıklar görür. Kaşıklar ellerine bağlıdır. Kaşığı tencereye daldırabilmekte ama hiçbir şey yiyememektedirler. Çünkü kaşıkların sapı o kadar uzundur ki, ellerindeki kaşıkları bir türlü ağızlarına götürememektedirler.Lütfen der adam 'bana bir de cenneti gösterir misin?"
Elbette, sonsuzlukta birkaç dakikanın ne önemi var'' der şeytan ve onu cennete götürür.
Adam cennete girince hem çok şaşırır hem de kafası karışır. Gördüğü manzaranın cehennemdekinden hiçbir farkı yoktur. Yalnızca insanlar mutlu ve sağlıklıdır, kahkahalarla gülmektedirler. Adam;''Anlayamadım . Herşey aynı, herkesin ellerine bağlı uzun saplı kaşıklar var ve hepsi de bir tencerenin çevresinde oturuyorlar. Farklı olan nedir? Neden burası cennet?''.der ancak şeytan adamın sorusunu yanıtlamaz.Tam çıkarken, adam başını bir kez daha çevirir ve olan biteni anlar.Herkes ellerindeki uzun saplı kaşıklarla birbirlerini beslemektedir.Sonuçta; ''Hepimiz bir bütünün parçasıyız ve hepimizin bir başkasına gereksinimi var. Hepimiz birbirimizin tek kanatlı meleğiyiz. Uçabilmemiz içinkucaklaşmamızgerekir.''

Sonuç  olarak hayatın kaynağı konusunda,  Ayn RAND'a kesinlikle katılmıyorum. Yaşamın paylaşım ve katılımla güzelleşeceğini, başarmak adına ahlaki değerlerin yadsınmaması gerektiğini ve insanlığa katkı sağlamanın en kutsal görev olduğunu düşünüyorum...


(*) Bu öykü Dr. John M. Eades'in ''Göğün yedinci katı meleklere yüksek gelmez'' adlı kitabından alınmıştır.

Visitor Counter

Bugün125
Dün181
Bu Hafta966
Bu Ay503
Tümü333801