Dün ile Bugün Arasında Kavga Çıkarsa
- 17 Temmuz 2011 tarihinde yayınlandı.
- Gökhan Taşpınar tarafından yazıldı.
“Dünü unutmalı bugünü yaşamalısınız. Çünkü dün ile bugün arasında kavga çıkarsa yarını kaybedersiniz. “ Balzac
Balzac’ın belirttiği gibi düne takılıp kalırsak, üzerinde planlar yaptığımız, çok güzel yaşayacağımızı düşündüğümüz yarını da heba edebiliriz. Dolayısıyla ne dün, ne de yarın, aslolan bugünü layıkıyla yaşamak. Bu demek değil ki geleceğe dönük planlar yapmayalım, avare bir şekilde, sorumsuzca yaşayalım. Geçmişte yaşadığımız acıları yarınlara taşımamak en doğrusu…Özellikle de geçmişten gelen içimizdeki kin ve nefret, birçok hastalıkların tetikleyicisi olarak da yaşamımızı etkileyebilmekte. Bu anlamda geçmişin yükü ne denli ağır olursa, bugün ve yarının sağlık, neşe ve mutlulukla yaşanması da o denli zor olmakta. Usta şair Ümit Yaşar OĞUZCAN’ın dizelerindeki gibi; “Dün kopan bir yapraktı, düşen kuru bir daldı. Bu günden güzel değil bulacağın yarında…”
Genelde yaşadığımız bir yanılgı da geçmişte yaşadığımız pişmanlıklar, ahlar vahlarla bugünü bloke etmemiz…Halbu ki Hz. Ali’nin dediği gibi;“Dün geçti, yarın ise hiç belli değil. Öyle ise elinde olan bu güne ve bu günü değerlendirmeye bak”. Yani pişmanlıklar aslında faydasız ve biz bu pişmanlıklarla sadece bu günü değil yarını da harcıyoruz. Geçmişi düzenlemekle ve geleceği planlamakla uğraşırken bugünü tüketmek ne acı…Aslında günümüz insanı geleceği de hızla tüketmekte. Hem maddi hem de manevi olarak bu günü doyasıya yaşamak yerine yarını tüketiyoruz. Bugün yaptığımız en popüler vakit geçirme araçları arasında televizyon ilk sırada yer alıyor. Günde sadece 15 saniyemizi kitap okumaya ayırırken, en az 3 saat televizyon izlemekle geçiyor...İşin kötüsü kendi zamanımızı boşa harcadığımız gibi çocuklarımıza da kötü örnek oluyor ve gelecek neslin de kaderini belirliyoruz böylece. Kendi duyumsadıklarımızı yaşamadan, hissettiklerimizin farkında olmadan, başkalarının yaşamlarına, hikayelerine endeksli dizilerin girdabına takılıp aslında farkında olmadan geleceğimizi de tüketiyoruz. Dolayısıyla bugünü yaşarken, nitelikli şeyler yapmak, yeni şeyler öğrenmek, kaliteli zaman geçirmek, örneğin sevdiklerimizle birlikte vakit geçirmek en güzeli. Ve sadece bugün için yaşamak, her şeyi kendimize uydurmak ya da çevremizi ve başkalarını kendimize göre değiştirme yanılgısına kapılmadan, sağlıklı yaşayarak, sadece maddi kaygılara takılmadan, korkularımızdan arınıp anın farkına vararak içsel huzuru yakalamak, koşulsuz ve karşılıksız insanları sevmek, iyilik etmek, paylaşmak, günümüzü en verimli şekilde geçirmek, insanları yargılamadan kabul etmek, dünde kalmadan ve yarın kaygısı duymadan neşe ve coşkuyu sonuna kadar yaşamak en doğrusu olsa gerek… William Shakespeare ne güzel söylemiş yaşama dair; “Yıldızları süpürürsün, farkında olmadan. Güneş kucağındadır, bilemezsin. Bir çocuk gözlerine bakar, arkan dönüktür. Ciğerinde kuruludur orkestra, duymazsın. Koca bir sevdadır yaşamakta olduğun, anlamazsın, uçar gider, koşsan da tutamazsın...” Gerçekten de öyle bir telaşın içerisinde bir şeyleri yetiştirme peşinde koşarken; yanından geçtiğimiz parklardaki çiçeklerin rengini bile fark etmiyoruz. Yolların kenarındaki ağaçların yapraklarından, çiçeklerin üzerindeki kelebekten, kısacası çevremizdeki doğanın güzelliklerinden ve yaydığı muhteşem enerjiden bihaberiz…Doğuştan gelen masum, saf bakışlarımızın yerini; tedirgin, çekingen, bazı zamanlar da kızgın, saldırgan, bazen de anlamsız, boş bakan bakışlar almadı mı? Hayata, başkalarına, hatta kendimize bile güvenmiyoruz. Her gün işten eve geldiğimizde negatif enerji tüm benliğimizi sarmış, kızgın, kin ve nefretle dopdolu oluyoruz. Yaşamdan beklentilerimiz karşılanmadığı için yaşama, çevremize ve kendimize kızıyoruz. Kendimizi güvende hissetmiyoruz, sürekli kötü şeyler olacakmış gibi tetikte bekliyoruz. Neyle karşılaşacağımızı bilmiyoruz, çevremizde sürekli cinayetler, tecavüzler, şiddet olaylarını gördükçe haklı olarak kaygılanıyoruz. Çocuklarımızın geleceğiyle ilgili kaygılıyız, tedirginiz. Bu denli sorun ve kaygıların eşiğinde yaşarken mutluluk kaynaklarımızı kurutuyoruz ve maalesef yaşamımızdaki zenginlikleri fark edemiyoruz hayat akıp giderken elimizden… Kısacası bugünü en verimli şekilde geçirmek aslında insanın bütün ömrünü en verimli şekilde geçirmekle eş değer. Aslında bunun en büyük tecrübesini yaşayanlar, ömrünün önemli bir bölümünü hapishanelerde geçiren mahkumlar. Bugünü gönüllerince yaşamak arzusunda olmalarına rağmen kısıtlanmaları, hapishane duvarının ötesine geçememeleri ne kadar acı verici. Uzun yıllar hapiste kalan Nelson Mandela da bu tecrübeye ilişkin olarak; “Günü yaşamanın önemini ve yarını çok düşünmemek gerektiğini öğrendim" diyerek bu konudaki acı ama büyük bir tecrübesini aktarmıştır. Bunu tecrübe etmek için illa mahkum olmaya gerek yok bence…En doğrusu günümüzü, anımızı dolu dolu yaşamak, gerektiği kadar üzülmek, ağlamak hatta, ama istediğimiz kadar da gülmek, yaşamın tadına varmanın coşkusunu duyumsamak en güzeli. Yani Jean de La Bruvere’nin dediği gibi;”İnsan için yalnız üç olay vardı: Doğmak, yaşamak ve ölmek. İnsan doğduğunun farkında değildir, ölüm korkusuyla da acı çeker ve genellikle de yaşamayı unutur. “
Bilim adamlarının yaptıkları araştırma sonuçlarına göre aslında yaşamdan en büyük hazzı almak için sağlığımızla ilgili kurallara sıkı sıkıya bağlı kalarak yaşamak da yetmiyor. Yani yaşam felsefemizi değiştirmeden istediğimiz kadar diyet yapalım ömrümüzü uzatmak için neye yarar?...Aslında çok uzun bir ömür sürmek yerine bu geçen süreyi nitelikli şekilde yaşamak en doğrusu değil mi? Yani nitelik, nicelikten daha önemli. Keyifsiz ve mutsuz 100 yıl yaşamanın ne anlamı olabilir ki? Bu anlamda yaşama nasıl bakıldığı çok önemli. Çünkü yaşamın renkli noktalarını, güzelliklerini de gözden kaçırmadan zamanımızı geçirmek, sadece gri noktalara takılıp yaşadığını sanmaktan daha önemli. Diğer önemli bir nokta da şükretmek…Aldığımız nefesin bile şükür konusu olması, yaşamın kalitesini de beraberinde getiriyor aslında. Çevremizde kendisiyle barışık olmayan, sürekli şikayet eden, memnuniyetsiz insanların yaşamları bu anlamda güzel bir örnektir. Bu insanların maalesef yılları, ahlarla, vahlarla, pişmanlıklar ve şikayetlerle gelip geçer. Her karşılaşmamızda yaşamlarından şikayet ederler ve şikayet ettikleri sorunlar şekil değiştirerek karşılarına çıkar bu insanların…
Bir diğer konu da sorunlarımızı ne kadar abarttığımız ya da olduğu gibi karşıladığımızdır. Bu da olayları nasıl algıladığımızla ilgilidir. Abartılan sorunlar yaşamımızı zehir eder. Bu konuda benim uyguladığım bir yöntem var. Bugün yaşadığım sorunların, gelecekten bugüne baktığımda bana nasıl görüneceğini, bu sorunları nasıl algılayacağımı düşünmeye çalışırım. Yani gelecekten geçmişe bakmaya çalışırım…Gerçekten üzülüp, moralimi bozmamı gerektirecek sorunlar mı yoksa aslında gereğinden fazla büyüttüğüm sorunlar mı şeklinde değerlendiririm ve genelde etkili olur.
Yaşamdan keyif almanın yoğunluğunu, bugünü yaşamanın anlamını artıran diğer bir olgu da farkındalıktır. Dr John Kabat-Zinn’e göre farkındalık; yargısız bir şekilde şimdiki ana odaklanabilmek amacıyla dikkatimizi toplayabilmektir.” Yani farkındalık “Şu anda ne yaşıyorum?” sorusuna en güzel yanıtı bulabilmek adına, duygu ve düşüncelerin gözlenmesi yoluyla elde edilen zihinsel bir durumdur. Şu anda ne hissettiğin, ne gördüğün, ne işittiğin olgusudur. Farkındalıkta, duygu ve düşünceler, reddedilmemekte, eleştirilmemekte, bastırılmaya ya da kaçmaya çalışılmamaktadır. Böylece üzüntü, kaygı, öfke gibi olumsuz duygular daha çok tolere edilebilir hale gelmekte, yaşama daha pozitif bakarak, daha mutlu bir yaşam sürdürülebilmektedir. Tabi ki bütün bunlar içsel hakimiyet gücümüzle ilgilidir. İçsel hakimiyetimiz arttıkça, kızgınlığımızı da, hırsımızı da, saldırganlığımızı da kısaca egomuzu kontrol altına almamız daha kolay olur. Yani kendimizle savaşma gereği duymaksızın, egomuzun bizi yönlendirmesine izin vermeden daha kolay yaşarız ve yaşam daha basit olunca da çocuklar gibi daha zengin görmeye başlarız dünyayı…
Bir diğer olgu da doğallıktır. Kendi, olduğu gibi yaşayan insanlar daha mutludur. Çünkü başkaları için yaşamazlar, içlerinden geldiği gibi yaşarlar. Başkalarının nasıl düşüneceği, yaşamlarını buna göre şekillendirme kaygısı duymadan…Yapılan araştırmalara göre kronik depresifler genelde kendilerini başkalarına adamış, iyilik meleği olarak tanınmışlardır. Ama bunun karşılığını hiç alamazlar ve şikayet ederler, moralleri bozulur ve kronik depresyon devam eder. Kimseye hayır diyemeden büyük bir fedakarlık göstererek yaşayan insanlar sürekli başkalarının ödülüne ve onayına ihtiyaç duyarlar. Ödül gelmeyince de nankörlükle karşılaştıklarını düşünerek bunalıma girerler. Dolayısıyla başkaları için yaşamak, hayatını başkasına adamak, kısaca fedakarlık seferberliği yanılgısı yaşamdan keyif almayı bırakın çok tehlikeli bir olgu olarak yaşamımızı felç edebilir…
Sonuç olarak; yaşam kalitemizi arttırmak için;
Geçmişimizi düzenleme, geleceğimizi planlama kaygısı duymadan anı yaşamalı,
Kendimizi yargılamadan, egomuzun hakimiyetinden sıyrılıp olduğu gibi yaşamalı,
Başkaları için değil kendimiz için yaşamalı,
Unutmadan affedebilmeli,
Haklı olmak yerine mutlu olmayı tercih etmeli,
Koşulsuz sevebilmeli,
Gerektiğinde hayır diyebilmeli, iyilik meleği olma kaygısından kurtulmalı,
Endişe, kaygı ve korkulardan arınıp içsel huzurumuzu arttırmaya çalışmalı,
Şükredebilmeli,
Bol bol TV izlemek yerine, kitap okuyarak sevdiklerimizle daha çok zaman geçirmeli,
Arzu ettiklerimizi bin bir türlü planlar yapmadan, kısa sürede karar verip gerçekleştirmeye çalışmalı,
Doğal olmalı, kalıplardan kurtulup içimizden geldiği gibi davranmalı,
Mutluluk ve üzüntülerimizi dostlarımızla paylaşmalı,
Başkalarını yönetmek yerine öncelikle kendi duygu ve düşüncelerimizi yönetmeyi öğrenmeli,
Başkalarını eleştirip yargılamak yerine öncelikle kendimizi tanımalıyız.
KISACASI YAŞAMI ERTELEMEMELİYİZ, YOKSA YARIN ÇOK GEÇ OLABİLİR….